Fikir Çağı

İnsan var olduğu ilk günden bu yana hayatını sürdürmek için çalışmak zorundadır. Beslenme, barınma ve giyinme ihtiyaçları bugüne kadar karşılana gelmiştir. İlk günden bu yana gelişen üretim biçimlerinin izlediği bir yol olduğu inancındayım. Bu çalışmada üretimin hangi ortak dürtülerle gelişmiş olabileceğini irdeleyeceğim. Üretimi etkileyen motivasyonlar doğru tespit edilebildiği takdirde gelecekte ağırlık kazanabilecek sektörleri tahmin etmek de mümkün olabilir.
Bu çalışma amacına üretimin yolculuğunu en baştan günümüze çok dikkatli inceleyerek ulaşabilir. Sadece Avrupa'nın yaşadığı değişimleri değil aynı anda dünyanın birçok başka bölgesindeki üretim şekillerini de bilmeden üretimi etkileyen faktörleri doğru tespit etmek mümkün olamaz. Geçmişte yapılmış birçok teorik çalışmanın handikabı da çok önemli üretim geçmişi olan bir Çin'i incelemeden genel geçer varsayımlarda bulunmasıdır.
Bu çalışmada teorik altyapıyı önce kurgulamak yerine geçmiş üretim biçimlerine giderek sorularımıza cevap arayacağız. Bir kere cevaplar yerine oturduktan sonra okuyucu ile birlikte bildiklerimiz üzerine teorik bir yapı kurabileceğiz. Gelecekte elde edilebilecek yeni bilgilerle teorik düzlem değişebilir. O zaman tek yapılması gereken burada tarihi gelişimi anlattığımız bölüme yeni eklemeler yapmak ve ardından teorik kısmı yeni bilgilere göre değiştirmektir.
İnsan dünyaya geldiği ilk günden bu yana üretmektedir. İlk ihtiyaçları karşılama biçimi avcılık ve toplayıcılık olarak tespit edilmektedir. Bu dahi bir üretim tarzı olarak yorumlanabilir. Bir hayvanı avlamakla, yetiştirmek arasında elbette bir fark vardır, ancak yine de bugünkü manada düşünüldüğünde avcılığı hizmet sektörü, hayvan yetiştiriciliğini ise imalat sektörü içinde düşünebiliriz. Sonuç olarak ikisi de üretimin içinde yer alır.
İlk üretim biçimi olan avcılık ve toplayıcılıkta ihtiyaçtan fazlasını üretmek pek mümkün değildi. Bu üretim biçimi doğa şartlarına çok fazla bağlı olduğu için içinde büyük zorluklar barındırıyordu. Ava her çıkıldığında aynı sayıda hayvanın elde edilebileceği garantisi yoktur. Ya da toplanabilecek yiyecek miktarı mevsimden mevsime, hava şartlarına ve daha bir çok biyolojik şarta bağlı olarak değişebilir. Bu dönemde insanlar yeterince besin kaynağı sağlayamadıkları takdirde yer değiştirmeyi tercih edebilirler ki bu göçebe yaşamın temel nedenidir.
Bilindiği üzere avcılık ve toplayıcılığın yerini milattan önce 10000-5000 yılları arasında tarım aldı. Avcılıktan tarıma geçişin nasıl olduğu konusu çok önemli olmakla birlikte bu konuda yeterli bilgi ortada yoktur. İnsanların nasıl bir motivasyonla tarımı keşfettikleri ortaya çıksa aynı motivasyon sonraki devrimlerde de incelenebilir. Böylece temel üretim araçlarının değişmesinin arkasındaki önemli faktörleri ortaya çıkarmak için elimizde bir kanıt daha olurdu.
Tarımın ve hayvan yetiştiriciliğinin yol açtığı en önemli değişim ihtiyaç fazlası üretimdir. İnsan eskiden her bir yiyeceği tek tek toplarken, her hayvanı tek tek avlarken şimdi bu zahmetten kurtulmuştur. Bir kez ekmekte ektiğinin kat kat fazlasını elde etmektedir. Bir tavuktan her gün bir yumurta, 21 günde yeni civcivler ortaya çıkar.
İhtiyaç fazlası üretim sayesinde artık herkes yiyecek bulmakla uğraşmak zorunda değildir. Doğrudan temel ihtiyaçlarla ilgili olmayan, insanın hayat kalitesini artıran yeni alanların ortaya çıkması böylece mümkün olmuştur. Bu yeni sektörlere genel olarak zanaatkarlık denebilir. İlk uzmanlaşma da tarımla birlikte ortaya çıktı diyebiliriz. Milattan önce 10000'e kadar olan dönem paleolitik çağ olarak adlandırılır. Bu çağdan sonraki gelişmelere bakıldığında tarımın ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu kolayca gözlemleriz. Paleolitik dönemlerde sadece taşlar işlenmişken, milattan önce 10000'den sonra yaşanan bronz ve demir çağlarında insan hayatı çok önemli kolaylıklarla tanıştı. Daha önce taştan yapılan ağır kap kacakların yerini daha hafif ve kullanışlı demir, bakır, tunç gibi metaller aldı. Çok daha etkili silahlar bu dönemde yapılabildi.
Taş devrini bitiren, demir ve bronz çağlarına geçişi sağlayan üretim araçlarındaki temel değişimdir. Tarihte gözlemlediğimiz ilk teknolojik değişimin de arkasında aynı temel faktör yatmaktadır. İnsan ilk defa beslenme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarını bütün gücünü harcayarak karşılamak zorunda kalmadığında, iş gücünün bir kısmı araştırma geliştirme ile meşgul olabilmiştir. Öncelikle metali bulmak her yerde rastlayabileceğimiz taşı bulmak kadar kolay değildir. Bulunabilse dahi metallerin işlenmesi taşın işlenmesi kadar kolay değildi. Taş başka bir taşla yontulabilirken, demir ancak çok yüksek ısılarda şekil alır. Ayrıca demirden bir kılıç yapmak ancak o işe yıllarını vermiş bir insanın yapabileceği bir iştir, yani uzmanlık gerektirir. İşte ilk uzmanlaşma da tarım sayesinde gerçekleşti.
Avcı toplayıcı dönemi en azından şu an için homojen bir üretim biçimi olarak kabul ettiğimiz için bu dönem içinde diyalektiği işletmek yine en azından şu an için mümkün görünmüyor. Diyalektik ekonomi tarihinde ilk defa tarıma geçişte kendini gösterir. Tarım devriminde tez ilk anda kendi antitezini yaratmıştır. Hala temel üretimin alanı beslenmedir; ancak bir sonraki devrimi hazırlayacak bir sınıf da bu arada ortaya çıkmıştır. Tarımla yeşeren zanaatkarlar büyüyecek ve bir sonraki devrimin temel üretim araçlarının sahibi olacaktır. Bu yazı 0 yılında yazılıyor olsaydı, aynı tespiti yapmak mümkün olabilirdi. Tarımdaki teknolojik gelişmeler devam ettiği takdirde daha az insan tarımsal üretimle meşgul olacak, artan üretim fazlası diğer sektörlerdeki gelişmeleri destekleyecek ve bunun sonucunda zanaatkârların yaptıkları işi geliştirmesi de mümkün olabilecektir. Uzmanlaşmanın artması ticareti de artıracağı için 0 yılında ticaretin de artacağı tahmin edilebilirdi.
Tarıma geçişte çok önemli motivasyonları tespit ettik. Bir kere gelişimin olması için üretim fazlasına ihtiyaç var. Ancak üretim fazlası olduğu takdirde insanoğlu araştırma geliştirmeye yönelebiliyor. Tarımın ortaya çıkmasında da mutlaka avcı toplayıcı dönemin sonuna doğru ortaya çıkan daha iyi bir avlama veya toplama yöntemi rol oynamış olabilir. Ancak bu sayede bazı insanlar toprağı ekerek ürün elde etmeyi öğrenecek boş zamana kavuşabilirdi. Ancak şu anda bu konudaki bilgimiz az olduğu için tam bir açıklama getirmekte zorlanıyoruz.
Tarım dönemine ilişkin çok daha fazla bilgiye sahibiz. Tarımda gerçekleşen en önemli gelişme aynı topraktan sürekli verim elde edebilecek yöntemlerin keşfedilmesidir. Önceleri insanlar toprağı bir süre işliyor, toprak verimsiz hale geldiğinde başka bir bölgeye göç edip bir süre de oradaki toprağı işliyorlardı. Tabi bu şekilde üretim hem zor hem de oldukça verimsizdi. Ancak istikrarlı üretim sayesinde elde edilen üretim fazlasıyla araştırma geliştirme faaliyetleri hız kazandığında yeni yöntemler keşfedildi. Bu teknolojik atılım topraktan daha fazla verim elde edilmesine ve daha fazla üretim fazlası elde edilmesine yol açtı. Böylece ticaret, zanaatkarlık ve daha sonraları finans gibi tarım dışı sektörler daha hızlı gelişti.
Tarım ekonomisi üzerine kurulan hukuki ve siyasi yapılar farklılıklar gösterdiği için Avrupa, Ortadoğu ve Çin'deki ekonomik gelişim farklılık gösterir. Bu üç bölgede de tarım üretimini verimli bir şekilde gerçekleştirecek birbirinden farklı hukuki düzenler kurulmuştur. Ancak buna rağmen sanayi devrimini Avrupa'da gözlemledik. Devrim neden Avrupa'da oldu, sorusunu sormadan önce neden diğer üretim biçimlerinde olmadı, bu konuya odaklanacağız.
Osmanlı Devleti'nin asırlarca çok büyük bir alanda egemen olmasının arkasındaki en önemli faktör tımar sistemidir. Tımar sisteminde toprağın mülkiyeti devlete aittir. Devlet yaşlanmış askerlere ve devlet görevlilerine işletmesi için belli bir bölgeyi verir. Eski sipahi bu bölgede asayişi sağlar, köylünün elde ettiği ürün üzerinden kendi payını alır, ve vergisini de devlete gönderir. Bunun yanı sıra hem asayişi sağlamak için hem de savaş çıktığında orduya katılmak üzere atlı ve silahlı asker yetiştirir. Tımarlı sipahi adı verilen bu askerler ordunun önemli bir bölümünü oluşturmaktaydı.
Tımar sistemi sayesinde Osmanlı hem hazinesini hem de ordusunu güçlü tutmayı başardı. Bu düzende toprağın verimli bir şekilde işlenmesi garanti altındaydı; çünkü kendisine işletme yetkisi verilen devlet görevlisi çıkan ürünün üzerinden alacağı bir payla geçimini sürdürmektedir. Bu nedenle devlet görevlisi ürünün çıkmasını engelleyebilecek asayiş gibi sorunları çözmekte istekli olacaktır. Köylüler de elde ettikleri ürün üzerinden devletin ve tımar sahibinin hakkını verdikten sonra geriye kalanın kendilerinin olacağını bildikleri için verimli bir şekilde çalışacaklardır. Tımar sistemi bütün aktörler için doğru motivasyonları sağladığı için Osmanlı tarım ekonomisi çok başarılı olmuştur. Ancak yine sistemin kendi içindeki mülkiyetin hukuki konumu üretim fazlasının bir devrime yol açmasını da engelledi.
Osmanlı'da mülkiyet hakkı olmadığı için bireylerin zenginleşmesi olanaksızdı. Tımar sahibi öldüğünde toprak devlete kalıyor, devlet başka bir devlet memurunu toprağı işletmesi için görevlendiriyordu. Toprağı işleyen köylülerin kazandıklarıyla yeni topraklar satın alması da toprakların büyük bir bölümü devlet mülkiyeti altında olduğu için imkânsızdı.
Osmanlıda Ekonomi üzerindeki devlet hâkimiyeti kendini ticarette de göstermekteydi. Bir tacirin gelecekte ihtiyacın artacağını tahmin ederek önceden bir malı satın almasının çok fazla bir anlamı yoktu; çünkü fiyatlar sabitti. Kirzner'in tanımladığı piyasadaki boşlukları keşfederek arbitrajdan para kazanan girişimci tipinin Osmanlı Devleti'nde hiç şansı yoktu.
Sonuç olarak Osmanlı'da bireylerin zenginleşmesi mümkün değildi. Bunun sonucunda da üretim fazlası bireyler eliyle araştırma geliştirmeye aktarılamadı. Bunu ancak tımar sisteminden çok büyük gelirler elde eden devlet yapabilirdi; fakat yapmadı. Hiçbir Osmanlı Padişahı devletin en zengin olduğu 16. yüzyılda başka bir kıta, yeni üretim biçimleri keşfetme derdinde değildi; çünkü padişahların en fazla önemsediği şey doğal olarak para değildir. Bir devlet yöneticisi hele tarım döneminde bir kere oluşturulmuş ekonomik sistemin üzerinde mecbur kalmadıkça tekrar düşünmüyordu. Tımar sistemi devlet hazinesinin zayıfladığı güne kadar aynı şekilde devam etti.
Osmanlı vakası bize önemli bir ders vermektedir. Özel mülkiyetin olmadığı bir ekonomik sistem çok verimli bir şekilde çalışabilir; ancak böyle bir sistemde araştırma geliştirme beklenemez. Çünkü sistemin değişmesi o sistemden yararlanacak birçok sosyal sınıfın zayıflamasına hatta yok olmasına yol açacaktır. Bir Osmanlı Padişahı çok ileri görüşlü olsa ve makinelerin keşfedilmesini sağlasa dahi fabrikalar kurması çok zordu. Çünkü böyle bir durumda zanaatkâr sınıfın yok olmasını göze alamazdı.
Mülkiyet hakkının tanınması birçok iktisatçı tarafından ekonomik gelişmenin temel bir şartı olarak görülür. Çünkü ancak mülkiyet hakkının korunduğu bir ekonomi bireyleri en üst düzeyde üretmeye teşvik eder. Böyle bir ekonomide birey daha fazla kazanma beklentisiyle cebindeki parayı harcamak yerine riske ederek üretime aktarır. Mülkiyetin sadece devlete ait olduğu bir ekonomide bireyler kazandıkları parayla yatırım yapacak mal dahi alamayacakları için üretmeleri de mümkün değildir. Bunun en önemli örneği geçmişte var olan komünist ekonomilerdi.
Günümüzde ise mülkiyet ile ilgili sorunlar daha çok pratikte ortaya çıkmaktadır. Hukukun yeterince güçlü olmadığı ekonomilerde bireyler kazandıklarını hukuk dışı yöntemlerle kaybedeceklerinden çekindiklerinden daha az risk alırlar. Yatırım yapmak için beklenilen getiri eşiği bu tür ekonomilerde çok daha yüksektir. Birey ancak çok yüksek bir getiri karşılığında parasını riske eder.
Mülkiyet hakkının bireysel üretim için önemli bir motivasyon kaynağı olduğu doğrudur; ancak bu kamusal mülkiyetle verimli üretim yapılamayacağı anlamına da gelmez. Yukarıda işlediğimiz Osmanlı örneği bireysel mülkiyet olmadan da verimli üretim yapılabileceğini ortaya koydu. Ancak yüne Osmanlı ekonomisinde de görüldüğü üzere bireysel mülkiyetin olmadığı bir ekonomide değişime ayak uydurmak çok mümkün değildir. Acaba bireysel mülkiyetin olduğu her ekonomide değişim motivasyonu var mıdır? Eski Çin ekonomisine baktığımızda bunun böyle olmadığını görürüz.
Çin'de bir sanayi devriminin ortaya çıkmaması özel mülkiyet temelinde ele alınamaz; çünkü milattan önceki zamanlardan bu yana Çin'de özel mülkiyet çok sıkı korunmaktadır. Öyle ki miras hakkı dahi mevcuttur. Mülkiyet nesiller boyunca artma imkânına sahiptir. Halkın yarısından çoğu toprak mülkiyetine sahiptir. Gelir dağılımı oldukça adildir. Siyasal istikrar uzun süreler sağlanabildiği için üretim fazlası sürekli gerçekleşmiştir.
Çin'de üretim araçlarında temel bir değişim olmamakla beraber, sürekli bir gelişim görülür. Aynı topraktan yüksek verimi elde edebilecek yöntemler bu ülkede oldukça erken keşfedilmiş olmalıdır ki Çin tarihteki ilk yerleşik uygarlıklardan birisi olarak karşımıza çıkar. Tarımdaki üretim fazlası sayesinde bu ülkede uzmanlaşma artmıştır. Tarım döneminde Çin'deki zanaatkârlık faaliyetleri çok gelişti. Ticaret yollarına da adını veren baharat ve ipek Çin'in önemli ihraç ürünleri arasında yer aldı. Bütün bunlar düzgün çalışan tarım ekonomisinin ortaya çıkardığı üretim fazlasıyla mümkün hale geldi.
Çin'deki ekonomik gelişmelere rağmen bir üretim devrimi olmamasına Deng bir açıklama getirmiştir. Deng lüks ihtiyaçların tek başına daha fazlasını istemek için yeterli motivasyonu oluşturmayabileceğini iddia eder. Kaldı ki Çin'de halkın çok büyük bir bölümü toprak sahibi olduğu için ve üretimi sekteye uğratabilecek siyasi istikrarsızlıklar bu ülkede çok sık yaşanmadığı için ortalama geliri olan bir köylü lüks bazı ihtiyaçlarını da karşılıyor olabilirdi. Bu dönemde lüksün günümüzdeki kadar çeşitlenmediği de göz önüne alınırsa lüks daha fazla kazanmak hırsını tetikleyebilecek bir motivasyon olmayabilir.
Deng insanın daha fazlasını elde etmeyi istemesi için geleceğinin garanti altında olmaması gerektiğini varsayar. Gelecek kaygısı daha fazla kazanma hırsının tarım devrimindeki temel motivasyonudur. Bu nedenle de devrim gelir dağılımı adaletsizliğinin en üst düzeyde olduğu Avrupa'da gerçekleşti.
Deng'in açıklamasını bu çalışma yeterli bulmuyor; ama açtığın yoldan biraz daha gidildiğinde daha tatmin edici bir nedensellik kurmak mümkün olur. Çin'de bir devrim olmadı çünkü aktörlerin bir devrime ihtiyacı yoktu. Mevcut sistem mülkiyetin artırılmasını sağlayan her türlü faktöre sahipti. Neredeyse daha fazlasını kazanmak isteyen herkes bu ülkede toprağı daha verimli işleyerek daha fazlasına kavuşabiliyordu. Kazandığı ile köylü daha fazla toprak satın alabilir ve bir sonraki yıl daha fazlasını elde edebilirdi. Böyle bir durumda üretim fazlasının sistem dışına çıkmasına neden olacak bir engel söz konusu değildir. Devrimin gerçekleşmesi için üretim fazlasının mevcut üretim araçlarına bir engelden ötürü aktarılamaması gerekir. Bunu neticesinde engellenen ekonomik aktörler kazandıkları değeri araştırma, geliştirmeye aktararak yeni üretim araçlarının ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Böyle bir örnekle Avrupa'da karşılaştığımız için insanlık üretim alanında çağ atladı.
Avrupa'da toplum sosyal sınıflara ayrılmıştı. Toprak mülkiyeti soylu sınıfın ve kilisenin kontrolü altındaydı. Halkın büyük bir bölümünü oluşturan köylülerin toprak satın alma hakkı yoktu. Çok uzun yüzyıllar bu kesimin toprak satın alabilecek parası da olmadı. Çünkü tarım çağında ekonomide yaratılan değerin yüzde doksanına yakınını yine tarım ürünleri oluşturuyordu. Avrupa'nın bu kısır döngüden kurtulmasını coğrafi keşifler sonucunda palazlanan tacir sınıfı tetikledi.
Amerika kıtasından, Hindistan, Afrika ve Çin'den getirilen altın, elmas gibi değerli değerli taşlar ve lüks tüketim malları ticaret hacmini bir anda çok büyük oranda artırdı. Ticaret yapan kişiler soylu olmadıkları için toprak satın almaları mümkün değildi. Ancak evlilik yoluyla bazıları soyluluk unvanı elde edebiliyorlardı. Bu nedenle bambaşka bir sektörden gelen bu üretim fazlası yeterince tarıma entegre olamadı. Bunun sonucunda da bilim adamları için önemli bir fırsat ortaya çıktı. Daha önce kaynak yetersizliğinden düşündüklerini araştırma fırsatı bulamayan nice dâhiler 16. yüzyıldan itibaren Avrupa'da bu şansa kavuştular. Bunun sonucunda insanoğlu buharlı makina başta üzere olmak üzere biz dizi yeni üretim araçlarına kavuştu. Biz bunlara genel olarak sanayi adını verdik.
Her iki devrim de temel üretim aracının ismiyle adlandırıldı. Tarım devrimde ekonomide baskın değeri yaratan tarım sektörü olduğu için tarım devrimi adı verildi. Yeni devrime de temel üretim aracından yola çıkılarak sanayi devrimi adı verildi. 
Avrupa'nın üretim devrimini gerçekleştirmesinde özel mülkiyetin de rolü önemlidir. Her birey kendi çıkarlarını düşündüğü için devrimden zarar görecek sosyal sınıfların talepleri önemsenmedi. Bu sayede değişim mümkün oldu.
Özel mülkiyetin Avrupa’daki gelişimi Roma İmparatorluğu'na kadar dayanır. Bu dönemde kıta barış içinde yaşadı. Roma hukuku bireylere mülkiyet hakkı tanıdığı için bireyin zenginleşmesi bu dönemde mümkündü. Roma öncesi Yunan döneminde de bireysel mülkiyete dayanan ekonomik sistem istikrar altında üretim fazlası yaratabildi. Yaratılan üretim fazlası eski Yunan ve Roma'da gelişimi tetikledi. Her iki uygarlıkta da bilimin, felsefenin ve sanatın büyük gelişme kat etmesi düzgün işleyen ekonomik altyapının bir göstergesi olarak kabul edebilir.
Devrimin neden Avrupa'da olduğunu açıkladıktan sonra şimdi de neden 16. yy ‘da olduğunu açıklayabiliriz. Bunun bir nedeni tabi ki coğrafi keşifler olarak görülebilir; ancak coğrafi keşiflerin bu kadar gecikmesinin de nedenine inmek gerekir. Bunu anlamak için Roma sonrasında olanlara göz atmak gerekir.
Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasının ardından Avrupa'daki kaos ortamı yüzyıllarca son bulmadı. M.S. 10. yy'a kadar Avrupa kıtasında sürekli bir siyasal yapı karşımıza çıkmaz. Bu tarihten sonra  gelişen feodal sistem siyasal yapının bel kemiğini oluşturdu. Feodalitede toprağın mülkiyetini elinde tutan her toprak ağası aynı zamanda bulunduğu bölgenin güvenliğini de sağlıyordu. Böylece uzun bir aradan sonra Avrupa kıtasında üretim kesilmeden devam etme şansına kavuşuyordu.
Avrupa'da ekonomi çarklarının 0-1000 yılları arasında durduğunu en iyi nüfusu gözlemleyerek ortaya koyabiliriz. 1000 sene boyunca Avrupa nüfusu neredeyse hiç değişmedi. Oysa tarım döneminde iyi işleyen bir ekonomide nüfus belli bir oranda artış gösterir. Bu oran tarımdaki üretim artışı ile aynıdır, diyebiliriz. Yani yiyecek ne kadar artarsa o kadar daha fazla bebek dünyaya gelmektedir. Oysa tarım döneminde nüfusun çok hızlı arttığı kanısı yaygındır. Bu kanıyı aşağıda çürütelim.
Görüldüğü üzere aşağıda günümüzde henüz sanayi üretime geçememiş ülkelerin tarımsal üretimleri ile nüfus artış oranlarını karşılaştırıyoruz. Görüleceği üzere nüfustaki artış oranı ile tarımsal üretimdeki artış oranı bu ülkelerde birbirine çok yakın seyretmektedir. Son tabloda ise sanayi devrimini tamamlamış ülkeleri görüyoruz. Bu ülkelerde tarım üretimi artmasına rağmen nüfus artışı onu izlemez. Buradan da anlaşılacağı üzere sanayi devrimi ile birlikte besin ile nüfus arasındaki bağlantı koptu.

Tablo 1: Tarım ülkelerinde tarım üretimi ile nüfus artışı arasındaki ilişki
Ülke
Tarımda yaratılan değer artışı 2008 yılının 1978 yılına oranı
Nüfus artışı 2008 yılının 1978 yılına oranı
Ülke
Tarımda yaratılan değer artışı 2008 yılının 1978 yılına oranı
Nüfus artışı 2008 yılının 1978 yılına oranı
Sierra Leone
2,88
1,78
Senegal
1,81
2,29
Congo, Dem. Rep.
1,58
2,51
Philippines
1,94
1,98
Rwanda
2,41
2,00
Indonesia
2,61
1,62
Malawi
2,44
2,54
Morocco
2,01
1,70
Nepal
2,54
2,01
Fiji
1,54
1,39
Papua New Guinea
2,23
2,15
Bolivia
2,01
1,90
Gambia, The
2,00
2,89
Honduras
2,31
2,14
Guyana
1,35
1,00
Sri Lanka
2,02
1,39
Sudan
2,42
2,15
Egypt, Arab Rep.
2,49
1,93
Madagascar
1,91
2,34
El Salvador
1,22
1,36
Cote d'Ivoire
1,89
2,69
Belize
3,00
2,33
Paraguay
3,63
2,06
Guatemala
1,97
2,05
Zambia
1,72
2,33
Thailand
2,11
1,49
Kenya
2,12
2,57
China
3,85
1,39
Pakistan
3,12
2,13
Malaysia
2,08
2,06
Tonga
1,27
1,08
Argentina
1,92
1,46
Bangladesh
2,23
1,87
Tunisia
2,39
1,71
Dominica
0,86
1,01
Turkey
1,39
1,67
India
2,27
1,74
Lesotho
0,88
1,66
Ülkeler tarımın toplam üretim içindeki orana göre büyükten küçüğe doğru sıralanmıştır.
Kaynak: Dünya Bankası
Tablo 2: Sanayi ülkelerinde tarım üretimi ile nüfus artışı arasındaki ilişki
Ülke
Tarımda yaratılan değer artışı 2008 yılının 1978 yılına oranı
Nüfus artışı 2008 yılının 1978 yılına oranı
France
1,72
1,17
Italy
1,56
1,07
Netherlands
2,27
1,18
Sweden
1,60
1,11
Austria
1,13
1,10
United States
2,67
1,37
Norway
1,77
1,17
Denmark
1,86
1,08
Germany
1,11
1,05
United Kingdom
1,35
1,09
Belgium
1,60
1,09
Kaynak: Dünya Bankası
Çin'in nüfusunun tarih dönemleri boyunca bu denli yüksek olmasını da ekonomik sisteme bağlamak mümkün olabilir. Çin'de yüzyıllarca siyasal istikrarın sağlanabilmesi ve dolayısıyla da bireysel mülkiyetin hukuki garanti altında olması üretimin hiçbir kesintiye uğramadan gerçekleşmesini sağladığından artan üretim nüfus artışını da tetiklemiş olabilir. Ancak bu savı kanıtlayabilmek için M.Ö. 10. yy'dan itibaren Çin nüfusunu gözlemleyebilme şansına sahip olmamız gerekir ki şu an için bu pek de mümkün değildir. Bununla birlikte bir çok nüfus araştırması tarım devriminin gerçekleştiği yıllarda ciddi nüfus artışlarının olduğunu göstermektedir. Avcı toplayıcı döneme göre çok ciddi bir üretim patlaması yapan tarım elbette nüfusta da önemli bir artışa yol açabilirdi.
Beslenme ile nüfus arasındaki ilişkiyi çok daha eskilere giderek tarım döneminden verilerle de ortaya koymak yeni yapılan çalışmalar sayesinde mümkün hale geldi. Aşağıdaki tablo miladi 1. yıldan 1000 yılına kadar Avrupa ülkelerinin nüfuslarında ve toplam yurt içi üretimlerindeki değişimi gösteriyor. 12 Avrupa ülkesinin toplam üretimi bu dönemde düşerken nüfusta da çok az bir artış gözleniyor. Bu veriler ışığında 1000 sene boyunca Avrupa'da tarım ekonomisinin iyi çalışmadığını iddia etmek mümkündür. Bunun sonucunda ekonomi fazla değer yaratamadı ve üretimdeki verimliliği artıracak yeni araçlar devreye sokulamadı. 1000. seneye kadar Avrupa'da devrimi bırakın Çin'deki gibi bir ekonomik evrilme görmek dahi beklenemez.
Tablo 3: MS 1 ve 1000 yıllarında Batı Avrupa ülkelerinde toplam üretim ve nüfus
Nüfus (000)
Toplam Üretim 1990 International Geary-Khamis dollars
Yıl
1
1000
1
1000
Batı Avrupa
Austria
500
700
213
298
Belgium
300
400
135
170
Denmark
180
360
72
144
Finland
20
40
8
16
France
5.000
6.500
2.366
2.763
Germany
3.000
3.500
1.225
1.435
Italy
8.000
5.000
6.475
2.250
Netherlands
200
300
85
128
Norway
100
200
40
80
Sweden
200
400
80
160
Switzerland
300
300
128
123
UK
800
2.000
320
800
Toplam 12 Batı Avrıpa Ülkesi
18.600
19.700
11.146
8.366
Kaynak:
Bu tablo sadece Avrupa'da devrimin neden geciktiğini açıklamıyor, aynı zamanda neden İngiltere'de başladığının ipuçlarını da veriyor. Sanayi devrimini yaşayan ilk ülke olan İngiltere'de genel eğilimin aksine hem nüfusunu hem de üretimini yaklaşık 2,5 kat artırmış. Yani genel eğilimin aksine İngiltere bu yıllar arasında fazla ekonomik değer yaratabilmiştir. İngiltere'nin aksine sanayi devrimini çok daha geç yaşayan ülkelerden İtalya'nın nüfusu ve üretimi aynı dönemde önemli oranda bir düşüş göstermektedir.
Yarattığı fazla değeri yeni yatırımlara dönüştürerek İngiltere öncelikle Çin'deki gibi bir ekonomik gelişmeyi tecrübe etti. Çin'den farklı olarak ise toprak mülkiyetinin sadece soylulara tanınması zamanla ticaret, zanaat ve finans alanlarında palazlanan çoğunlukla köylülerden oluşan yeni burjuva sınıfını başka arayışlara yöneltti. Çin'de tekrar toprağa dönen yatırıma harcanacak para İngiltere'de ve birçok başka Avrupa ülkesinde önce çılgın kâşiflere sonra da uçuk fikirleri olan bilim adamlarına harcanınca Avrupa sanayi ile karşılaştı.
Şimdiye kadar karşılaştırmalı olarak incelediğimiz üç tarım ekonomisi sistemine de baktığımızda ekonomik gelişmenin ilk şartının güvenlik olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. Üç sistem de birbirinden çok farklı olmasına rağmen mülkiyetin korunduğu bir ortamda üçü de başarılı oldu. Bu açıdan bakıldığında tartışılması gereken öncelikle özel ya da kamu mülkiyetinin korunması meselesi değil, kime ait olursa olsun mülkiyetin korunmasıdır. Osmanlı Devleti'nde toprak mülkiyeti büyük ölçüde devlete ait olduğu halde tımar sistemi yüzyıllarca toprakların verimli bir şekilde işletilmesini sağladı; çünkü kime ait olursa olsun mülkiyet korunuyordu.
Bir ekonomi sisteminin verimli olmasının ikinci şartı ise üretimin tarafları için gerekli motivasyonları sağlamasıdır. Yine Osmanlı'ya baktığımızda tımar sahibi köylülerin verimli çalışmasını sağladığı ölçüde gelir sahibi oluyordu. Devlet toprağı iyi işletemeyen tımar sahiplerini görevlerinden alarak da ikinci bir motivasyonu sağlamıştı. Çin'de ve Avrupa'da bireysel mülkiyet olması motivasyon sorunsalı temelden çözdü. Birey kazandığı ölçüde iyi bir yaşam süreceği için toprağı ekmek ve ondan en üst düzeyde verimi almak zorundaydı.
Verimliliğin şartlarını ortaya koyduk. Üç ekonomik sistem de verimli olduğuna göre devrimi gerçekleştiren verimlilik değildir. Feodal sistemde diğer iki ekonomik sistemden farklı bir başka unsur olmalıdır. Bu ikinci unsura "sıkışma" adını verebiliriz. Sıkışma yaratılan fazla değerin hakim üretim araçlarına harcanamaması durumudur. Tekrar yatırıma dönüşemeyen fazla değer böylece araştırma geliştirmeye harcanmak zorunda kalır ve yeni üretim araçlarının ortaya çıkmasına yol açar.
Tarım devrimi fazla değer yaratılmasının başlangıcı olarak görülebilirken, sanayi devriminde ciddi bir patlama yaşandı. Çünkü makineleşme sadece sanayide yaşanmadı. Yeni teknikler sayesinde tarım da çok daha az yemek yoğun bir sektör haline geldi. Artık iş gücünün %5'inin tarımda çalışması bütün bir toplumu beslemek için yeterliydi. Sanayi devrimiyle birlikte sadece beslenme değil aynı zamanda barınma ve onun içinde ele alınabilecek giyinme sorunu da çözüldü. Yine bunlarla birlikte değerlendirilebilecek ev eşyaları da bu dönemde çok ucuza temin edilebilir hale geldi. Kısaca sanayinin ürettiği her türlü madde artık toplumun tamamının ihtiyacını ucuza karşılayabiliyordu. İnsanın maddesel ihtiyaçlarına sanayi çözüm oldu. Hizmet sektörünün gelişmesi ile bu kez üretim insanın hayatını kolaylaştıracak ihtiyaçların karşılanmasına kaydı.
Hizmet sektöründe yer alan ürünlerin bu yazıya konu olacak temel ortak özelliği ise insanın bir üst düzeyde yer alan ihtiyaçlarını karşılamalarıdır. Abraham Maslow'a göre insan önce beslenme, barınma ve güvenliğini sağlama ihtiyacı duyar. Bu ikisinden sonra yaşam kalitesini artıracak eğitim, sağlık, iletişim, turizm, ulaşım gibi ihtiyaçların karşılanması akla gelir. İşte insanoğlu sanayi devrimine kadar geçen zamanda temel olarak hayatta kalma sorununu çözdü. Tarım dönemi ilk defa insanın beslenme sorununa bir çözüm getirdiği dönem oldu. Ne zaman ki toplumun tamamı besin bulmakla meşgul olmak zorunda kalmadı, o zaman yenilikler ortaya çıkmaya başladı. Toplumun bir kısmının doğrudan beslenme işi ile meşgul olmayan diğer bir kısmına da yetecek kadar yiyecek üretebilmesine fazla üretim, buradan yaratılan değere de fazla değer adını verdik. Medeniyetlerin yükselmesi ya da düşmesi hep yarattıkları fazla değerin seviyesi ile ilgili oldu.
Tarım devrimiyle birlikte ilk defa ortaya çıkan uzmanlaşmanın sanayi döneminde  çok daha fazla önem kazanması ticareti geliştirdi. Sanayi devriminin çalışanı işçi köylüden farklı olarak birçok ihtiyacını dışarıdan tedarik etmek zorundaydı. İşçi kendi bildiği iş dışındaki her şeyi dışarıdan tedarik ediyordu. Köylü gibi bahçesinde tarım ve hayvancılık yapması mümkün değildi; çünkü buna yetecek ne zamanı ne de bilgisi vardı. Öte yandan seri üretimle çok ucuzlayan birçok ihtiyaç maddesi insanın tek başına üretmesini karsız bir hale getirdi. Günümüzde bir kazak örmek aynı kazağı satın almaktan çoğu zaman daha pahalıya gelir.   
Uzmanlaşmanın en önemli sonucu ticaret hacminin hızla artması oldu. Acaba ticaretçi sınıfın bir sonraki devrimin üretim araçlarının sahibi olacağını iddia edebilir miyiz? Nasıl tarım devriminde zanaatkar bir sınıf ortaya çıktıysa, sanayi devrimi de tacir sınıfını bir sonraki devrim için yetiştiriyor? Ne yazık ki ekonomik ilişkiler bu kadar basit değerlendirilemiyor. Daha sonra olanlar incelendiğinde, ticaretin tek başına bir sektör haline gelmekten ziyade yapısal olarak kendisine benzeyen diğer sektörlerle birlikte bir zaman sonra sanayiyi bastırdığını gözlemliyoruz. Bugün ABD ekonomisinin toplam üretiminin %78'ini oluşturan bu yeni alanların tamamına "hizmet sektörü" adını veriyoruz. Hizmet sektörü altında yer alan üretim araçlarının tamamının ortak özelliği sanayi ürünlerinde olduğu gibi doğrudan görülen, tadılan, dokunulan ürünler olmamalarıdır. Eğitim bir hizmettir, aynı bir domatesin ya da giysinin insanın ihtiyacını karşılaması gibi, o da bir ihtiyacı karşılar ama eğitime dokunmak, onu tatmak mümkün değildir. Doktorun tedavi etmesi de çok hayati bir hizmettir, ama yine "tedavi" diğer bir maddeye rastlayamayız. Hizmet sektörünün klasik tanımına değinmekle birlikte bu çalışmanın tanımı daha çok ihtiyaçlar hiyerarşisi göz önüne alınarak geliştirilmiştir.
Sanayileşmenin gelişimi de tarımla benzerlik gösterir. Nasıl tarım devriminin başında tarım ürünleri toplam üretimin %90'ının oluşturuyorsa, sanayi döneminde de sanayi ürünleri toplam üretimin %50'sine kadar bir bölümünü oluşturuyordu. Ancak bir kere, aynı üretimi toplumun tamamı ile yapmak gerekmediğinde nüfusun açığa çıkan bir kısmı başka bir işle meşgul olabildi. Pazarın da doyması nedeniyle fazla üretimi daha fazla sanayiye yöneltmek mümkün olmadığından yaratılan fazla değer yeni ihtiyaçların karşılanması için açığa çıkan fazla işgücüne aktarıldı.
Bu noktada bir soru akla gelmelidir? Günümüzde bile dünyanın tamamı sanayileşme sürecini tamamlamamışken nasıl olurda bir fazla değer açığa çıkabilir? Kurguladığımız teorik çerçeveye göre batıdaki sanayileşmiş ülkelerde yaratılan fazla değerin Çin, Hindistan gibi ülkelere gitmesi ve oralarda sanayileşme sürecini devam ettirmesi akla daha yatkındır. Çünkü nasıl tarım döneminde Çin'de tarımdan para kazanmak çok daha garanti iken kimse araştırma geliştirmeye yönelmediyse, sermaye sahiplerinden de bugün aynı davranışı beklemek gerekir. Ancak, günümüzde bazı sermaye sahipleri Çin'e, Hindistan'a giderken bazıları sanki dünyada artık sanayiden kar etmek mümkün değilmiş gibi yeni üretim araçları keşfetmeye yöneliyorlar. Bunun nedeni ülkelerin yatırım riskindeki farklılıklardır.
Henüz 30 sene öncesine kadar dünyada batı ülkeleri ve Japonya dışındaki ülkelerde "hukuki belirsizlik" hâkimdi. Bu ülkelerin bir kısmında komünizm hâkim ekonomik sistem olduğu için  diğer bir kısmında ise hukuk sistemi zayıf olduğu için özel mülkiyet korunmuyordu. Gelişmekte olan birçok ülkede yolsuzluğun, rüşvetin bir bürokrasi alışkanlığı olması yatırımcı için ciddi bir tehditti. Yatırımcı parasını riske etmeden önce bir planlama yapmak ister. Masraflarını ve karlarını önceden bilmek ister. Ancak kime ne kadar rüşvet vereceğini rüşvet verse dahi bazı önemli pozisyonlardaki isimleri tanımadıkça iş kurma sürecinin yıllarca sürebileceğini öğrendiğinde kar ne kadar fazla da olsa girişiminden vazgeçebilir. Gelişmekte olan birçok ülkede mafyanın devlet teşkilatı ile sıkı fıkı bir ilişki içinde olması da yatırım için bir başka önemli tehdittir. Yatırımcı hukukunun devlet tarafından değil de mafya ile korunduğu bir ülke de canını dahi güvende hissetmeyeceğinden tabi ki yatırım yapmaz. İşte hukuki belirsizlik adını verdiğimiz bu durum nedeniyle yakın zamana kadar sermaye batının dışına çıkmakta ciddi bir tereddüt içindeydi.
Dünya son 20 yılda önemli değişimler geçirdi. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla birçok komünist ülke serbest piyasa ekonomisine geçti. Eski Sovyet ülkeleri zamanla rüşvet, yolsuzluk ve mafya gibi sorunlarını çözdüler. Bu gruptaki ülkelerin en başta gelen ikisi Rusya ve Çin böylece günümüzde sermayenin gidebileceği yeni iki ülke olarak karşımıza çıkmaktadır.
Öte yandan soğuk savaş döneminde 3. dünya ülkeleri adı verilen birçok ülke de hukuki belirsizlik sorunlarını çözdü. Bu grubun başında da Hindistan gelmektedir. Yine Güney Kore, Singapur, Malezya, Tayland, Tayvan, Endonezya da bu grup için de sayılabilir. Birkaç on yıl içinde bunlara Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika ülkelerinin de eklemlenmesi beklenmektedir.
Ters bir açıdan bakıldığında, fazla üretimin sıkıştığı zamanlarda yeni pazarların açılması, hukuki belirsizliğin bir şekilde giderilmesi de bir rastlantı olarak değerlendirilmemelidir. Batı tamamen sanayileştikten sonra Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla yeni pazarların ortaya çıkması sermayedar sınıfı çok rahatlattı. Çin bu süreci komünizm altında on yıl daha önceden başlatmıştı. Siyasetin önemli şekillendirici unsuru olan ekonomi komünist sistemin yıkılmasında önemli bir rol oynadı. Bu sayede batıdan sonra hukuki belirsizliği bir Afrika'ya göre çok daha az olan Komünist ülkelerde batı tipi üretimi yapmak daha kolay bir hal aldı.
İlk bakışta Komünist ülkeler ile üçüncü dünya ülkeleri karşılaştırıldığında, üçüncü dünya ülkelerinin özel mülkiyeti koruyan serbest pazar ekonomisine uyması daha kolay görülebilir. Ancak bu doğru değildir. Çünkü üçüncü dünya ülkelerinde hukuki yapı tamamen yoktur, tekrar kurulması için ise var olan kokuşmuş yapıdan beslenen çıkar gruplarının bertaraf edilmesi gerekir. Oysa Komünist sistemin yürütülmesi için dahi devletin bütün çıkar gruplarının üzerinde çok güçlü bir hukuki sistem oturtmasını gerektirir. Bu nedenle sadece sistemin değişmesi özel mülkiyetin korunduğu bir ekonomik modele geçilmesi için yeterlidir. Rusya bu sayede çok kısa bir sürede özel mülkiyete dayalı ekonomik modele ayak uydurdu.
Sonuç olarak sermayedar sınıfın çıkarlarının batı siyasetine yansımasıyla sermayenin önündeki bir engel ortadan kalktı. İkincisi ise şu anda kalkmaktadır. Çin ve Hindistan gibi iki devin de ekonomik modernleşme sürecine girmesinin ardından, dünyada hukuki belirsizliği en az olan modernleşmemiş gruba sıra geldi. Ancak Ortadoğu ülkelerindeki siyasi yapı bu bölgenin ekonomik modernleşme sürecine girmesini olanaksız kılmaktadır.
Ortadoğu'daki hakim yönetim biçimi halen diktatörlüklerdir. Diktatörlüğün olduğu bir ülkede hukukun işlemesi ve dolayısıyla özel mülkiyetin korunması mümkün değildir. Bu ülkelerde rant getiren bütün sektörler diktatörün ailesinin ya da ona yakın olan kişilerin kontrolü altındadır. Bir iş kurulabilmesi için mutlaka bu kişilerin tanınması ve bu kişilere rüşvet vermek gerekir. Yine aynı şekilde, önemli bir kişi ile ilişkilerin kötüleşmesi bu ülkelerde bütün mal varlığını kaybetmek için yeterlidir. Rüşvetin böylesine yaygın olduğu bu ülkelere elbette sermaye yeterince gidememektedir. Bu nedenle bu ülkelerdeki muhalif hareketler batı tarafından önemli destek görür.
Batı'nın Ortadoğu'ya olan ilgisinin arkasında uzun vadeli ekonomik çıkarlar yatar. Yoksa ABD, İngiltere ve Fransa'nın BM'den aldıkları yetkiyle Libya'ya müdahale etmesini sadece dünya rezervlerinin %2'sini oluşturan Libya petrollerine bağlamak doğru olmaz. Kaldı ki Kaddafi zamanında da petrol yatakları yine müdahale eden ülkelerin kontrolü altındaydı. Öte yandan, bu ülkeler sadece petrol için bir müdahale düzenlese bundan çıkarı olmayan Rusya ve Çin'in BM Güvenlik Konseyi'nin müdahaleye izin veren kararını veto etmeleri gerekmez miydi? Libya konusundaki uzlaşmanın nedeni bütün ekonomik güçlerin bu ülkede hukuki belirsizliğin kalkmasını istemeleridir. Bunun Kaddafi yönetiminde mümkün olmadığını bildiklerinden yatırımcısı bu ülkeye gitmek için sabırsızlanan her ülke Kaddafi'den kurtulmak isteyecektir. Ancak bu sayede Libya'nın ekonomik modernleşmeye başlaması için bir şans doğabilir.
Günümüzde dünyayı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi kutuplardan ibaret sayan yorumlar önemli bir hataya düşüyorlar. Afrika'da Çin ile ABD'nin karşı karşıya geleceğini iddia etmek ancak eski düşünce sistemi ile yaklaşmak olabilir. Sadece Çin ve ABD değil dünyadaki bütün ülkeler daha kaliteliyi daha ucuza üretmek ve ürettiğini satmak için mücadele ediyor; ancak bu mücadeleye siyasetin günümüzdeki katkısı sert güçle değil yumuşak güçle gerçekleşiyor. Çin ve ABD daha fazla satmak için dünyadaki her ülkeyle ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerini geliştirme konusunda yarış içindeler. Ancak Afrika'yı karıştırarak bu iki ülkenin birbirlerine meydan okumaları ikisinin de kaybetmesi anlamına geleceğinden dünyada günümüzde sert yaklaşım terk edilmeye başlanmıştır. 
Batıda yaratılan fazla değer 1990'lara kadar batıda sıkıştı. Bunun sonucunda batı ülkelerindeki insanların zorunlu olmayan ihtiyaçlarını karşılayacak sektörler gelişti. Öncelikle geleneksel hizmet sektörlerinde hızlı büyüme gözlendi. Çok önceden beri var olan eğitim, sağlık alanlarına büyük yatırımlar yapıldı. Birçok ülkede bu iki sektörün özelleştirilmesi ya da özel girişime açılmasıyla büyüme hızı daha da arttı. Sağlıkta daha önce tedavi edilemeyen hastalıklara deva bulundu, insan ömrü uzadı. Eğitimde ise insanın nitelikleri çok daha fazla artırıldı. Sanayileşmenin başında okuma, yazma ile başlayan eğitim günümüzde yeni dillerin, bilgisayar programlarının öğrenilmesine bir alanda uzmanlık kazanılmasına kadar genişledi. Birçok batı ülkesinde liseyi tamamlamak zorunlu hale geldi. Üniversite düzeyinde ise lisans yeterli görülmedi, günümüzde öğrenciler yüksek lisans ve doktora programlarıyla bir alanda uzmanlaşma yoluna gidiyorlar.
Hizmet sektörü büyümekle kalmadı, aynı zamanda sıkıştıkça yeni üretim araçları da üretti. Bilgisayar, yazılım ve cep telefonları dünyanın yeni tanıştığı üretim araçları oldu. Bu ürünler tamamıyla batıda sıkışan üretimin araştırma geliştirme faaliyetlerine yönelmesinin bir sonucudur. Teorik mantığın bir sonucu olarak 1990'dan önceki yenilik hızı ile bu tarihten sonraki yenilik hızının aynı olmaması beklenebilir. 1990'larda gelişen yeni sektörlerin yatırımları daha önceki tarihlerde yapıldığı için günümüzdeki hızlı değişim yanıltıcı olmamalıdır. Bundan sonra yepyeni bir ihtiyacı karşılayacak bir üretim aracının ortaya çıkma ihtimali çok daha düşüktür. Çin ve Hindistan gibi iki dev modern üretim sürecinin içindeyken ve bunlara yeni ülkeler de eklenirken yaratılan fazla değerin sahibi olan sermayedar sınıf araştırma geliştirmeye eskisi kadar yoğun bir ilgi duymayacaktır.
Devletler de eskisi kadar büyük yükünleri bilime yatıramayabilirler. Bunun önemli bir örneği uzay çalışmalarıdır. 2. Dünya Savaşı'ndan çok karlı çıkan ABD fazla değeri uzay çalışmalarına öylesine hızlı akıttı ki 1960'larda uzaya çıkmakla kalmadı, Aya dahi ulaştı. Birkaç on yılda kaydedilen hızlı ilerlemeden sonra bugün uzay çalışmalarında hayatımızı derinden etkileyecek bir gelişme gözlenmiyor. 2000'li yılları konu gelecek hakkındaki filmlerde öngörülen yeniliklerin birçoğu ile tanışmadık. Yenilik hızı 1990'lardan itibaren düştü.
Yeni üretim araçlarının keşfedilmesinin ne zaman tekrar hız kazanacağını hesaplamak mümkün olabilir. Bunun için şu anda yaratılan fazla değerin yatırıma dönüşme hızı ile mevcut sanayi ve hizmet sektörlerinin bütün dünyada aynı düzeyde üretim yapmasının ne kadar zaman alacağını hesaplamak gerekir. Tabi böyle bir hesabın bir ayağını da nüfus artış hızı oluşturacaktır.
Sanayi döneminde kimsenin beklemediği en önemli değişiklik nüfus artış hızında gözlendi. Tarım döneminde insan diğer canlılar gibi beslenme imkânı bulduğu ölçüde ürerken, sanayi döneminde yaşama şartlarından bağımsız olarak nüfus artış hızı düştü. Bu çok önemli bir değişikliktir, çünkü sanayi de tarım döneminden farklı olarak sürekli bir şekilde ihtiyaç duyduğu işgücü miktarını azaltıyordu. Elbette sanayiden dışarı çıkan iş gücü yaratılan fazla değerin etkisiyle yeni bir alanda istihdam olacaktır; ancak bir anda işsiz kalan çok sayıda insana kısa sürede iş alanı açılması da mümkün değildir. Yaratılan fazla değerin yatırıma ve istihdama dönüşmesi uzun bir zaman alır.
Karl Marx nüfusun en azından belli bir hızda artacağı ve verimliliğin artacağı varsayımı ile işsizlik sorununun hiçbir zaman çözülemeyeceğini iddia etti. Emek arzının çok olduğu bir ekonomide işçi ücretleri daima düşük kalacağından Marx'a göre işçi için bir ümit yoktur. Ancak Marx'ın ilk varsayımı tutmadı. Batı ülkelerinde nüfus beklendiği gibi artmadı. Böylece batının sanayileşmesini tamamlaması çok daha kısa zaman aldı.
Sanayi döneminde nüfusun azalmasının nedenini değişen sosyoekonomik ilişkilerde aramak gerekir. Tarım döneminde dünyaya gelen bir bebek birkaç sene içinde üretime entegre olurken sanayi de bu mümkün değildi. Çünkü sanayi döneminde verimlilik önemliydi, çocuklar hatta kadınlar bile erkeklere göre daha az verimli oldukları için öncelikle erkekler tercih edilir. 20. yüzyıla kadar İngiltere'de çocuk işçilerin çok yoğun çalışmasının nedeni ise İngiltere'de bütün erkeklerin istihdam edilmiş olması ve hala istihdam edilecek emek gücüne ihtiyaç duyulmasıydı. İngiltere örneğine günümüzde çok daha seyrek rastlamamızın nedenini de öncelikle ekonomik çıkar ilişkilerinde aramak gerekir. Yoksa çocuk işçilerin çalışması yasağı dünyada bu kadar kolay uygulanmazdı. Diğer yandan bu yasak devletlerin büyük özverileriyle uygulanıyor olsaydı, sadece sanayi ve hizmet sektörlerinde değil tarım sektöründe de günümüzde sıkı bir şekilde uygulanıyor olurdu. Oysa yapısal olarak ucuz, niteliksiz iş gücünün daha etkin olduğu tarımda günümüzde dahi çocuk işçilerin çalışma oranı birçok gelişmekte olan ülkede çok yüksektir.
Tablo 4: Gelişmekte olan ülkelerde çocuk işçilerin sektörlere göre dağılımı
Tarımda çalışan çocuk işçi (7-14 yaşları arasında çalışan çocuk nüfusa oranı))
Sanayide çalışan çocuk işçi (7-14 yaşları arasında çalışan çocuk nüfusa oranı))
Hizmet sektöründe çalışan çocuk işçi (7-14 yaşları arasında çalışan çocuk nüfusa oranı))
Hindistan (2005 verisi)
69,4
16,02
12,4
Brezilya (2007 verisi)
55,5
8,7
33,5
Meksika (2007 verisi)
36,7
10,76
48,47
Türkiye (2006 verisi)
57,1
14,3
20,9
Kaynak: Dünya Bankası
Tabloda da görüldüğü gibi Hindistan'da  7-14 yaş arasında çalışan çocukların sadece %70'e yakını tarım sektöründe istihdam edilmektedir. Bu oran Brezilya'da %55, Türkiye'de %57'dir. Farklı olarak Meksika'da hizmet sektöründe çalışan çocuk sayısı tarım sektöründen bile daha fazladır. Buradan gelişen hizmet sektörü içindeki birçok alt sektörde çocuk istihdamının sanayiye göre daha verimli olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Hizmet sektörü dünyada büyüdükçe önümüzdeki yıllarda gelişmekte olan ülkelerde çocuk istihdamı daha büyük bir sorun halini alabilir. Ama istatistiklere bakıldığında bunun bile hiçbir zaman tarım dönemindeki seviyelere ulaşamayacağı açıktır. Çünkü hizmet sektörü de tarımla kıyaslandığında çok daha eğitimli elemana ihtiyaç duymaktadır. Bir kasiyerin, mobilya satıcısının, garsonun, resepsiyonistin en azından iyi derecede Türkçe ve temel düzeyde matematik bilmesi gerekir. Bu da ancak çocuğun ilköğrenimi tamamlamasıyla gerçekleşir.
Günümüzde gelişmekte olan ülkeler incelendiğinde nüfus artış oranlarında istikrarlı bir düşüş gözlenir. Birleşmiş Milletler tahminlerine göre birçok gelişmekte olan ülke bir kaç on yıl sonra bugün gelişmiş ülkelerinin yaşadığı nüfus sorunlarıyla karşı karşıya kalacaktır. Türkiye'yi bu çerçevede ele alabiliriz. Türkiye'nin nüfus artış hızının yüksek olduğu düşüncesi günümüzde dahi devam etmekle beraber, Türkiye nüfus artış hızı günümüzde olması gereken düzeydedir. Ancak önümüzdeki yıllarda nüfus artış hızındaki azalmanın devam etmesiyle Türkiye de nüfus artış sorunlarıyla karşı karşıya kalacaktır. Yapılan projeksiyonlara göre Türkiye nüfusu hiç bir zaman 100 milyon olmayacaktır.
Aşağıda gelişmekte olan ülkelerin nüfus artış hızlarındaki değişimi ve gelecek projeksiyonlarını gözlemlediğimizde iddiamızı doğrulayacak çok sayıda veri ile karşılaşırız.
Tablo 5: Gelişmekte olan ülkelerin nüfus projeksiyonları

Brazil
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
195 423
2015
202 866
2020
209 051
2025
213 802
2030
217 146
2035
219 302
2040
220 141
2045
219 956
2050
218 512
China
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
1 354 146
2015
1 395 998
2020
1 431 155
2025
1 453 140
2030
1 462 468
2035
1 462 351
2040
1 455 055
2045
1 440 289
2050
1 417 045
India
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
1 214 464
2015
1 294 192
2020
1 367 225
2025
1 431 272
2030
1 484 598
2035
1 527 879
2040
1 564 763
2045
1 593 852
2050
1 613 800
Turkey
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
75 705
2015
79 966
2020
83 873
2025
87 364
2030
90 375
2035
92 917
2040
94 939
2045
96 434
2050
97 389
Indonesia
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
232 517
2015
244 191
2020
254 218
2025
263 287
2030
271 485
2035
278 382
2040
283 503
2045
286 717
2050
288 110
Malaysia
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
27 914
2015
30 041
2020
32 017
2025
33 770
2030
35 275
2035
36 634
2040
37 837
2045
38 855
2050
39 664

Gelişmekte olan ülkelerin nüfus artış hızının sanayi devrimi ve arkasından gelen üçüncü devrim ile ilgili olduğunu söylemek için aynı zamanda 2. ve 3. devrime geçememiş ülkeleri de incelemek gerekir. Aşağıda sanayi ve hizmet ekonomisine geçmemiş ülkelerin nüfus artış hızları ve gelecek projeksiyonlarını görüyoruz. Görüldüğü üzere bu ülkeler adeta tarım dönemini yaşamaya devam ediyorlar. Bu ülkelerde nüfus artış hızında bir düşüş gözlemlemiyoruz. Bu ülkelerdeki nüfus artış hızı hala tarım üretimi hızıyla paralellik göstermektedir.
Tablo 6: Az gelişmiş ülkelerin nüfus projeksiyonları

Sierra Leone
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
5 836
2015
6 557
2020
7 318
2025
8 112
2030
8 943
2035
9 804
2040
10 682
2045
11 566
2050
12 446
Congo
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
3 759
2015
4 225
2020
4 699
2025
5 094
2030
5 479
2035
5 853
2040
6 212
2045
6 552
2050
6 863
Rwanda
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
10 277
2015
11 743
2020
13 233
2025
14 676
2030
16 104
2035
17 579
2040
19 110
2045
20 639
2050
22 082
Malawi
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
15 692
2015
17 998
2020
20 537
2025
23 194
2030
25 897
2035
28 589
2040
31 267
2045
33 935
2050
36 575
Nepal
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
29 853
2015
32 503
2020
35 269
2025
38 031
2030
40 646
2035
43 052
2040
45 262
2045
47 270
2050
49 028
Papua New Guinea
Population (thousands)
Medium variant
2010-2050
Year
Population
2010
6 888
2015
7 678
2020
8 468
2025
9 265
2030
10 058
2035
10 828
2040
11 560
2045
12 242
2050
12 871
Sanayi ve hizmet devrimleri ile birlikte nüfus artış hızının tarım üretiminden bağımsız hale gelmesi insanlık için çok büyük bir gelişmedir. Artık tarım üretimi arttıkça nüfus artmıyor; böylece kişi başına düşen besin miktarı artıyor. Yetersiz beslenmenin ortadan kalkmasıyla yaşam kalitesi yükseliyor; buna bağlı olarak insan ömrü uzuyor. Diğer yandan insan beslenme problemini çözdükten sonra artık yarattığı fazla değeri daha fazla tarıma aktarma ihtiyacı hissetmiyor; yeni üretim araçlarının geliştirilmesine yatırıyor. İşte böylece sanayi ve hizmet üretim araçları gelişti.
Özetle, teknolojik gelişmenin 20. yüzyılda birden hızlanmasının arkasındaki neden insanın beslenme problemini çözmesiydi. Çözüm iki yoldan gerçekleşti. Besinin arzı yönünden yeni tekniklerin ve teknolojik imkânların gelişmesiyle birim topraktan üretilen tarım ürünü miktarı çok ciddi oranda arttı. Diğer yandan nüfus artış hızının azalmasıyla besine olan talep azaldı
2. devrim 2. Dünya Savaşı'na kadar ancak batıda gerçekleşti. Dünya'nın geri kalanı tarım dönemini yaşamaya devam etti. Bir taraftan da ikinci devrimin üretim araçları sayesinde askeri açıdan da güçlenen batı ülkeleri tarım ülkelerini işgal ettiler ve sömürgeleştirdiler. Osmanlı bu süreci en acı şekilde yaşayan devletlerden birisi oldu. Tarım döneminin üretim araçlarını en iyi şekilde kullanan imparatorluk ikinci devrime ayak uyduramadı. Ekonomideki başarısızlık kendini birkaç yüzyıl içinde siyaset ve askeri alanda da gösterdi. Tarım döneminde özellikle çok gelişmiş yay ve oklarıyla, toplarıyla düşman ordularına üstünlük sağlayan Türkler, 17. yüzyıldan itibaren ateşli silahlarda geri kalmaya başladı. Sanayi devrimi kendisini silahlarda da göstermişti.
İmparatorlukların yıkılması genellikle Fransız İhtilali'nin yaydığı milliyetçilik akımı ile ilişkilendirilir. Bu düşünceye göre milletler kimliklerinin farkına vardıklarında isyan ettiler ve böylece Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorulukları yıkıldı. Aynı dönemde ortaya çıkan Amerika Birleşik Devletleri'ni bildiğimizde bu açıklamaya katılmak kesinlikle mümkün değildir. Osmanlı yıkılırken bünyesinde onlarca farklı milletten ve ırktan insanı barındıran ABD milli birliğini kurmayı başarmıştı. Amerikalılık ortak kimlik olarak zamanla bütün farklılıkların üzerinde birleştirici bir rol oynadı. Çünkü ABD sanayi ve daha sonrasinda hizmet dönemlerinin üretim araçlarının çok iyi kullanan bir ülkeydi.
Sanayi devrimiyle iletişim, ulaşım ve medya araçlarının gelişmesi sayesinde artık bir ülkenin farklı bölgelerindeki insanlar birbirleriyle daha kolay görüşebiliyorlardı. Eskiden günlerce süren yollar trenle birkaç saate inmişti. Eskiden ancak mektup ile birkaç günde tanıdığımız birinden haber almak mümkünken şimdi telefonla sesini duymak mümkün hale gelmişti. Eskiden halkın ülkenin genel meseleleriyle ilgili bilgi alma imkanı çok kısıtlıyken gazetelerin basılmaya başlamasıyla ünlü insanların özel hayatları bile bilinir oldu.
İkinci devrimde milli kimliği sanayinin merkezileşmeyi destekleyen üretim ilişkileri çok geliştirdi. Daha çok sanayi döneminin bir ürünü olarak kullanılan modern sözcüğünün anlamları içinde de her alandaki merkezileşme önemli bir yer tutar.
Fabrikalar merkezileşmenin en temel unsuru oldu. Birinci devrimde insanlar toprağa bağlı olduğu için toprağın verimli olduğu her yerde yerleşim vardı. İkinci devrimde ise toplu üretim önem kazandı. Fabrikalarda herşey çok daha ucuza ve kaliteli üretiliyordu. Emek, makine ve doğal kaynakların bir araya geldiği bu mekanların nüfusun yoğun olduğu yerlere yakın olması da ulaşım kolaylığı açısından tercih edildi. Böylece şehirlerin nüfusu hızla arttı. Diğer yandan merkezileşme kendisini önem kazanan eğitimde de gösterdi. İşçinin en azından okuma yazmayı bilmesi ve işiyle ilgili teknik bilgileri öğrenebileceği bir meslek lisesinden mezun olması gerekiyordu. Sanayiye eleman yetiştiren okullarda da doğal olarak fabrika sistemi kuruldu. Aynı fabrikalarda olduğu gibi öğrenciler toplu olarak aynı ders programını belli sürelerde görüyordu. Zillerle ne zaman ders yapılacağı ne zaman mola verileceği bildiriliyordu. Bilinmesi gerekenler de farklılık göstermediği için öğrenciler kendi yeteneklerine göre değil fabrikaların ihtiyaçlarına göre yetiştiriliyordu. İşte sosyal hayatta merkezileşmeyi destekleyen bütün bu sanayi sonuçlarını modern sözcüğü altında toplamak mümkündür. Sanayileşme ülkeleri merkezileştiriyordu, yani modernleştiriyordu.
Merkezileşmenin en önemli sonucu da milli kimliğin gelişmesi oldu. Sanayileşen ülkelerde modern yönetimler, yani milli bir kimlikten destek alan erkler oluşmuştu. Geçmişte tanrıyı temsil ettiğini iddia eden kralların, sultanların yerine artık milleti temsil ettiğini söyleyen başkanlar, başbakanlar, meclisler, yargıçlar aldı. Merkezi kimlik yani millet bilinci gelişmeden demokrasi de olamayacağı için bir ülkenin önce ikinci ve üçüncü devrimleri yaşaması şarttır. İşte bu devrimlere geçişi sağlayamayan Osmanlı çökerken, onlarca farklı halktan oluşmuş ABD yükseliyordu.
Merkezileşme 2. devrimin insanoğluna hem iyi hem de kötü bir hediyesidir. İyidir çünkü demokratik yönetimlerin üzerine kurulduğu millet bilinci böyle ortaya çıktı. Kötüdür çünkü merkezileşme insanın insan olmasından kaynaklanan kendine has özelliklerini öldürüyordu. Her insan farklı konularda yetenek sahibiyken çok büyük olasılıkla sanayi de işçi ya da devlette memur olarak çalışacaktı. Memur da işçi de hergün aynı işlevi yerine getirirler. İş bir kere öğrenildikten sonra prosedürüne göre yapılması mümkün olduğunca prosedürden sapılmaması gerekir. Yani sanayi dönemi her ne kadar birçok işi makinalara yaptırdıysa insanlardan da makinaların yetmediği yerlerde onlara ayak uydurmalarını bekliyordu. Zaman içinde insanların yaptığı birçok tek düze işin yerini de makinalar aldı; ancak günümüzde bile hala bu süreç devam etmektedir.
Marx'ın da iddia ettiği gibi sanayi yapısı itibariyle sürekli daha fazla makinalaştı. Özellikle bilgisayarların ortaya çıkmasıyla memuriyet işleri de çok azaldı. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde sanayinin toplam üretim içerisindeki payı azalırken hizmet sektörü büyümeye devam etti. Marx sanayiden sonra yeni bir üretim aracı çıkabileceğini düşünmüyordu. Oysa bir üretim aracı insanın ihtiyacını karşıladığında yaratılan fazla değer yeni bir üretim aracına aktarılacaktı. Böylece ortaya çıkan hizmet sektörü beraberinde farklı bir üst yapı ortaya çıkaracaktı.
Üçüncü devrim insan için daha önemli bir ilerleme oldu. Hizmet sektörünün yarattığı işlerde bazıları mototonluğu sürdürmeye devam etti. Perakende sektöründeki tezgahtarlık ve kasiyerlik gibi işler bunların içindedir. Otomatik ödeme sistemleri ve internetten alışverişin gelişmesiyle bu işler zaman içinde azaldı. Ancak hizmet sektörünü oluşturan işlerin çok büyük bir bölümü insani özelliklerin kullanılmasını gerektirdiği için gelecekte artmaya devam edecektir. ABD'de yapılan araştırmaya göre gelecekte hizmet sektörü sektörü altındaki işlerde artış devam edecek.
Tablo 7: ABD’de 2008-2018 yılları arasında en fazla artması beklenen meslekler
Meslek
Artış oranı
%
Biyomedikal mühendisleri
72,02
Network sistemleri ve veri iletişimi analistleri
53,36
Ev sağlığı yardımcıları
50,01
Ev hizmetçileri
45,99
Finans uzmanları
41,16
Tıp bilim adamları
40,36
Hekim asistanları
38,99
Skin care specialists
37,86
Biyokimyagerler ve biofizikçiler
37,42
Spor çalıştırıcıları
36,95
Fizyoterapist yardımcıları
36,29
Diş hijyenistleri
36,14
Veterinerlik teknisyenleri
35,77
Dişçi yardımcıları
35,75
Yazılım mühendisleri
34,01
Kaynak: İstihdam Projeksiyonları Programı, U.S. Department of Labor, U.S. Bureau of Labor Statistics
Hizmet alt sektörlerini tek tek ele aldığımızda insanın özelliklerini kullanmasını daha iyi anlayabiliriz. Turizm sektöründe yer alan bir garson bir lokantanın başarısında önemli bir paya sahiptir. Çünkü dışarıda yemek yiyen bir kişi sadece yemeğin iyi olmasını beklemez; çünkü kendisi de yemek yapabilir. Garsonun müşterilerini memnun edebilmesi için insan ilişkilerinin çok üst düzeyde olması gerekir. Diğer yandan bir bilgisayar yazılımcısı üst düzey bir matematik ve mimari zekasına sahip olmalıdır. Bir muhabir ya da spiker ekonomi, siyaset, spor gibi birçok konuda geniş bilgi birikimine sahip olmalıdır. Bir sağlık çalışanı hem insanı çok sevmeli hem de elini iyi kullanabilmelidir. Bir eğitimci sabırlı olmalı, çocuğun düzeyine inerek bilgiyi aktarmalıdır. Sayılan niteliklerin makinelerde olması şimdilik pek mümkün görünmüyor.
Ancak şimdilik mümkün görünmüyor. Günün birinde bu bahsedilen sektörlerdeki ihtiyaçlar da insan emeği harcanmadan giderilebilir; ki ekonomi tarihi incelendiğinde mutlaka öyle olması beklenmelidir. Bu ihtiyaçlar doyurulduğunda fazla değer bu sektörlerin dışında hiç bilinmeyen bir alana ya da bu sektörlerden daha fazla gelişmeye açık olana kayabilir.
Her devrim sadece sadece emekçileri daha insancıllaştırmadı; aynı zamanda üretim araçlarının sahiplerinin doğru insanlar olması için bir adım attı. "Doğru insan" diye bir kavram bilinçli olarak ortaya atıldı. Kaynakları kullanan kişi ne kadar yetenekli olursa o kadar yüksek düzeyde çıktı elde edebilir. Ancak ne yazık ki üst yapı yani hukuk düzeni her dönemde en doğru insanları kaynakların sahibi yapmaz. Roma'da ve Çin'de mülkiyetin miras yoluyla alt nesle geçmesi verimli kullanım açısından olumlu değerlendirilemez. Her başarılı girişimcinin çocuğu da başarılı olacak diye bir şey yoktur. Günümüzde bile mirası kısa sürede tüketen birçok evlata tanık oluruz. Bu kaynakların tüketilmesi adına çok kötüdür. Sermaye sahipleri sermayelerini tükettiklerinde sadece kendilerine zarar vermezler; onların yüzünden insanlar işsiz kalır, değer üretim içerisinde dönmeden doğrudan tüketime gittiği için de arz talep dengesinde bir bozulmaya da neden olur.
Feodal dönemde toprak sadece soyluların elindeydi. Bu çok daha kötüdür; çünkü daha kabiliyetli olanın tarım dönemi temel üretim aracı olan toprağa sahip olması imkansızdır. Bu yüzden yaratılan fazla değer çok daha fazla olabilecekkken insanlık daha azına razı olmak zorunda kalır. Feodalite siyasal istikrarı sağlayarak Avrupa'yı sanayi devrimini hazırladıysa da bu özelliği sürecin birkaç yüzyıl almasına da neden olmuştur.
Görüldüğü üzere mülkiyetin nasıl elde edildiği ekonomik gelişimin hızını etkiliyor. Ancak mülkiyetin elde edilme şeklini açıklayan hukuk düzenini alt yapıda belirleyebiliyor. Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan sermaye sınıfı olan burjuvanın feodal sistemi kaldırararak üretim araçları üzerindeki monopolü kaldırması bunun en önemli örneğidir. Bu sayede artık en azından parası olanın fabrika kurma şansı vardı. Soylulukla karşılaştırıldığından parayı elde etmek daha kolaydı. Ama yine de hala kabiliyetli insanın önünde çok önemli bir engel olarak para yer alıyordu.
Üçüncü devrim paranın elde edilmesini kolaylaştırdı. Gelişen finans sistemi sayesinde kabiliyeti, tecrübesi ve iyi bir fikri olan birçok insan bankalardan kredi alarak fikirlerini denediler. Bunun yanı sıra devletler hibe vererek kaynakları daha iyi kullanacaklarını düşündükleri girişimcileri desteklediler. Çünkü ülke yöneticileri de hızlı gelişmenin bir yolunun da az girdi ile çok çıktı elde edebilen girişimciler olduğunun farkına varmışardı. Türkiye'de küçük ve orta ölçekli işletmeleri destekleyen KOSGEB, son dönemlerde kurulan belediyeleri, kar amacı gütmeyen kuruluşları ve işletmeleri destekeleyen Kalkınma Ajansları bunun önemli örnekleridirler. Avrupa Birliği, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler programları da dünya ölçeğinde girişimcileri desteklemektedir. 
Üçüncü devrim bir yandan parayı doğru girişimci ile buluştururken bir yandan da paranın önemini bazı sektörlerde azalttı. Bu sektörlerin başında yazılım gelir. Facebook, google gibi son on yılın icatları bugün milyar dolarlar değerinde. Bu siteleri kuran insanlar sadece yazılım bilgisine vakıftı. Tek sermayeleri bilgiydi. Bu nedenle üçüncü dönemde bilgi doğru girişimcinin önünde paradan daha önemli bir engel olarak yer almaktadır. Ancak devletler bilgi eksikliğini de ücretsiz eğitim ile çok baştan aştılar. Herkesin eğitime eşit derecede ulaşabilmesi sayesinde en kabiliyetli insanlar ihtiyaç duydukları bilgiye ulaşabilecekler ve böylece kabiliyetlerine uygun işleri kurabileceklerdir.
Girişimcinin ekonomi içerisinde bir fark yaratabileceği fikri Avrusturya Ekonomi Okulu'nun en önemli tezlerinden biridir. Klasik ekonomi bir ekonomideki verimliliği sabit olarak kabul ederek sadece emek, sermaye ve kaynakların yeteliliklerini inceler. Gelişmekte olan ülkelerde bunlardan sermaye daha kıt olduğu için ekonomiye bir senede giren sermaye miktarına göre yıllık büyüme hesapları yapılır. Oysa aynı miktar sermaye ile iki ülke farklı oranlarda büyüyebilir. Burada sermayeyi kullanan kişilerin ne kadar "doğru" oldukları önem kazanır.
Avusturya İktisat Okulu sermayeyi işleten kişiye "girişimci" adını verir. Girişimci birkaç şekilde fonksiyonunu yerine getirebilir. Bunun "arbitrajcı" adını verebileceğimiz çeşidi ekonomideki fiyat boşluklarından faydalanır. Bir ürünün fiyatı farklılık gösteriyorsa onu satın alarak daha pahalı olan yerde satar. Bu girişimci daha henüz yeni gelişen bir ekonomide karşımıza çıkar. Çünkü yeterli arzın olduğu bir ekonomide klasik ekonominin iddia ettiği gibi fiyatlar maliyetlere eşittir ya da çok yakındır. Ancak bu metinde de belirtildiği üzere özellikle hukuki belirsizlik yaşayan ülkelerde arz yeterince gelişmediği için az sayıdaki ticaretçi arbitrajcı görevini üstlenerek zaman içinde boşlukları kapatır. Boşluklar bir kere kapandıktan sonra yeniden açılabilmesi için ekonomiye yeni bir ürünün girmesi gerekir. Ürünün piyasaya girişi esnasında ürün piyasanın heryerine bir anda ulaşamayacağı için fiyatta farklılıklar olabilir. Günümüzde özellikle cep telefonlarında bu örneğe rastlarız. Bir telefon piyasaya yeni girdiğinde Türkiye'de dünyanın başka ülkelerine göre daha pahalı olabilir. Hatta aynı telefon şehirden şehire hatta yan yana iki dükkan arasında bile farklı fiyata sahip olur. Çünkü piyasada fiyat bilgisi yeterince hızlı yayılamamaktadır. İşte bu aşamada arbitrajcılar devreye girerek ürünü ve ürünün fiyat bilgisini piyasada hızla yayarlar.
Girişimcinin biraz daha gelişmişine "tahminci" diyebiliriz. Tahminci oturmuş bir piyasada gelecekte ihtiyaç açığı oluşabilecek ürünleri tahmin eder. Onun işi geçici olarak oluşabilecek arz talep dengesizliklerini önceden görüp şimdiden üretmektir. Tahminci hata yaparsa kaynaklar verimsiz kullanılır. Bu yüzden bir ekonomideki tahmincilerin "doğru" girişimciler olması önemlidir.
Girişimcinin en son noktasına "fırsatçı" ya da "yenilikçi" diyebiliriz. Bu tip girişimci tüketicinin şimdiye kadar keşfedilmemiş ihtiyaçlarını arar ve keşfettiği ihtiyaca çözüm geliştirir. Yenilikçi her zaman mucit olmak zorunda değildir.Hatta her mucit bir yenilikçi olmayabilir; çünkü her icat toplumun bir ihtiyacına cevap vermekten ziyade mucitin fantezi dünyasını da tatmin edebilir. Yenilikçinin en önemli özelliği talebin dahi farkında olmadığı ihtiyaçlarını keşfetmesidir. İnsanlar şu anda var olmayan yeni neye ihtiyaç duyduklarının farkında olsalardı, bunu talep ederler ve istedikleri ürün hemen üretilirdi. Böyle bir durumda da yenilikçiye ihtiyaç duyulmazdı.
Yenilikçi özellikle gelişmiş ülkelerde çok önemlidir ve ona genellikle bu ülke grubunda rastlarız. Çünkü gelişmiş ülkelerde mevcut üretim araçlarına piyasa doymuştur. Fazla değer yenilikçiye aktarılarak yeni üretim araçları oluşturulur. Cep telefonları bu tarz yenilikçiliğin son dönemlerdeki örneğidir. Daha önce hiç varolmayan cep telefonu icat edildi ve yeni bir üretim alanı ortaya çıkmış oldu. Tabi elektronik bir cihaz olan cep telefonları yine bir sanayi ürünü olarak ele alınabilir. Bu açıdan cep telefonu ile ortaya çıkan üretim araçları sanayinin bir parçası olduğundan çok farklı sosyal sonuçları olmaz.
Sanayiden sonra üretim araçlarındaki temel değişiklik bu yazıda da belirtildiği üzere hizmet sektörünün büyümesidir. Bunun dışında en azından şu an için 4. bir devrim ufukta görünmüyor. Yep yeni bir üretim aracı için belki de öncelikle varolan üretim araçları ile bütün dünya nüfusuna yetecek üretimin yapılacağı günü beklemek gerekebilir. O zamana kadar dünya 2. ve 3. devrimin kapsamı içinde yeni üretim araçları oluşturmaya devam edecektir.
Çoğu zaman yenilik cep telefonu örneğinde olduğu kadar yepyeni bir ürünle de olmayabilir. Mavi Okyanus Stratejisini açıklayan kitaptan bir örnekle varolan üretim araçlarından yeni bir tanenin nasıl ortaya çıkacağını görelim. Şarap ABD'de özel günlerde içilen bir içki olarak algılanırken bir firma farklı bir konsept geliştirerek bira gibi yemek olmaksıızın tüketilebilecek bir şarap markası oluşturdu. Bu bambaşka bir hedef kitlenin oluşturulması demekti. Sonuç olarak satışlarda patlama yaşandı.
Özetle yenilik üç düzeyde gerçekleşir: 1) Üretim araçları tamamen değişir ki buna devrim denir. 2) Yepyeni bir ürün ortaya çıkabilir ya da 3) mevcut bir ürünün farklı bir fonksiyonu keşfedilerek yepyeni bir pazar ortaya çıkarılır. Üçüncü düzeydeki yenilikçilik faaliyetleri günümüzde pazarlama disiplini altında ele alınmaktadır.
Dördüncü devrimin ne olacağını bilmek zor olmakla birlikte ekonomi tarihinin ilerlediği yöne bakarak bazı çıkarımlar yapmak mümkün olabilir. Şimdiye kadar ekonomideki bütün temel değişimler insanın kabiliyetlerini daha iyi kullanabilmesini sağladı. Çünkü çıktıyı artıran en büyük girdi insandır. Sonuç olarak bütün teknolojik gelişmelerin arkasında o vardır. Oysa çağımıza kadar insan makine işlevi gördü. Çoğu zaman üretim insanın kol gücünden faydalandı. Ne zaman ki fiziksel emeğin yerini mental emek almaya başladı, ondan sonra insanın üretime olan katkısı hızla arttı.
Bütün ekonomi tarihi insanın makine olmaktan kurtulma mücadelesidir. Bu mücadeleyi sistem de destekledi çünkü insanı insan yapan mental gücü bütün diğer hayvanlarda bulunan fiziksel güce oranla çok daha üretkendir. Tabi mental gücü kullanabilmek için önce makinelerin ortaya çıkması ve fiziksel güç ihtiyacının ortadan kalkması gerekiyordu. Fiziksel güce dayalı sektörler büyük oranda makineleştikten sonra insanların çok büyük bir bölümü mental emek gerektiren işlerde çalışmaya başlayacaktır. İşte o zaman her insan topluma en faydalı olacağı işi yapabilecek. O gün ekonomi tarihinin de sonuna gelmiş olacağız.
Mental kabiliyetler sanat ve fikre dair olabilir. Sanata dair olanlar emeği fikre dair olanlar ise girişimi oluşturur. Mesela müziğe yeteneği olan bir kişi iyi bir müzisyen olur, besteler yapar, şarkı söyler ve emeğinin karşılığında bir ücret alır. Diğer yandan iyi bir fikri olan kişi bu fikri geliştirmek için hammadde, makine ve emeği bir araya getirir. Bu kişi sermayeyi işlettiği için kendisine girişimci adını veririz. Son devrimin emekçisine ise "sanatçı" diyebiliriz. Günün birinde bütün emekçiler kol gücü ve bilgisayarların yapabileceği monoton mental kabiliyet gerektiren tarım, sanayi ve memuriyet işlerinden kurtulduklarında artık herbiri yer yüzünde en iyi olduğu yaratıcılık gerektiren kabiliyetini kullanmaya başladığında birer sanatçıya dönüşecekler. Yine günün birinde dünyadaki her ülke hizmet devrimini yaşadığında, arbitrajcı ve tahminci tipindeki girişimcilere ihtiyaç kalmayacak şekilde piyasa ekonomisi otomatik olarak çalışmaya başladığında yenilikçi tipindeki "fikir girişimcisi" ortaya çıkacak. Bunlar olduğunda son devrim gerçekleşecek.
Son devrim gelişmenin bir sonu değil, asıl gelişmenin başlangıcıdır. İnsanoğlu ancak fiziksel güç, para ve bilgi gibi maddi yetersizliklerinden kurtulduğunda kabiliyetlerini tamamıyla kullanabilecek duruma gelecektir. Bugün acaba dünyanın en yetenekli kemancısı olabilecek insan gerçekten keman mı icra etmektedir, yoksa Çin'de bir fabrikada işçi olarak mı çalışmaktadır? Büyük bir ihtimalle ikincisi doğrudur.
Newton, Einstein gibi tarihin yönünü değiştiren bilim adamlarının sanayi devriminden sonra ortaya çıkmaları bir rastlantı değildir. Bilim dahileri her yüzyılda dünyanın her yerinde yaşadı. Ama ortada onlara ihtiyaç duyan bir ekonomik sistem yoksa köylü ya da işçi olarak hayatlarını sürdürdüler. Dünya yüzyıllarca dahilerden hiç faydalanamadı. Son yüzyıldaki ilerleme ise çok fazla abartılmamalıdır. Hala dünyanın önemli bir bölümünün üretiminde ağırlıklı olarak tarım ve sanayi sektörleri hakimdir. Hizmet sektörü içinde yer alan birçok alt sektörde de girişimci ve sanatçıların çalıştırıldığı en azından şu an için söylenemez. Hala bankalarda gelecekte bilgisayarların yapabileceği bir çok işi insanlar yürütüyor. İnternetin gelişmesiyle belki bir gün alışveriş yapmak için hiçbirimiz markete ya da mağazaya gitmeyecekken şu anda milyonlarca insan perakende sektöründe çalışıyor. Oysa şu anda bile ebay, gittigidiyor gibi sitelerden istediğiniz herşeyi almak mümkün. Türkiye'deki bir son kullanıcı bugün Çin'deki üreticiden doğrudan 1 dolarlık bir ürün almak imkanına sahip ve bu ürün için kargo ücreti de ödemiyor. Kısacası üçüncü devrim insanlık tarihinde sonlara yakın bir devrim olmayabilir. Ama ne yazık ki dördüncü devrime tanık olmak için önce bütün dünyanın üçüncüyü tamamlaması beklenebilir.
Ama beklenmeyebilir de. ABD'de bugün sanayi üretimi toplam üretimin %20 civarında ve sabit bir hızla düşmeye de devam ediyor. Bu düşüş tarım sektörünün düştüğü %5 seviyelerine kadar devam ederse üçüncü devrim ilk olarak ABD'de tamamlanmış olacak. Onu önce batı ülkeleri ardından gelişmekte olan Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler izleyecek. Bir batı ülkesinde üretimin neredeyse tamamı hizmet sektörüne kaydığı gün hizmet sektörü içindeki monoton işler de bilgisayara ve internete terk edilmeye başlanabilir. Özellikle hukuki belirsizlik sorunu gelişmemiş ülkelerde devam ederse batı dördüncü bir devrime bile gidebilir. Ancak devrimden ziyade hizmet sektörünün altındaki bazı üretim alanlarının zayıflaması ve diğerlerinin büyümesi daha akla yatkın görünmektedir.
Dördüncü devrrim üçüncü devrimde bulunan sektörlerin birinin içinden de çıkabilir. Nasıl ikinci devrim birincideki zanaatkar sınıfın makineleşmesiyle ortaya çıktıysa dördüncü devrim de internet devrimi olabilir. Çünkü internet insanı bütün fiziksel engellerden kurtarabilecek ve mental kapasitenin en kolay gerçekleşebileceği bir yerdir. Bugün inşaat sektöründe bir fikri olan kişinin bir bina yapmak için çok ciddi bir sermayeye ihtiyacı varken google'ı, facebook'u, twitter'ı, ebay'i kurmak için gereken az bilgi çok fikirdi. Bu siteleri kuran kişilerin cebinde öyle çok para da yoktu. Bütün hayatın internette dönmesi halinde insanın sanatını ve fikrini gerçekleştirmesinin önündeki engellerden kurtulmak mümkün olabilir. Bu teklif sanırım biraz Matrix filmini hatırlattı.
Matrix bütün insanların beyinlerinin bağlı olduğu bir internet sistemi. İnsanlık beslenme barınma gibi problemlerini artık hiçbir emek harcamadan çözebildiği için bedenler bu sisteme bağlanarak yaşam elektronik ortamda sürdürülüyor. Böyle bir ortamda herkes herşeyi istediği anda öğrenebildiği için bilgi bir engel olmaktan çıkar. Dövüş sanatlarını birkaç saniye içinde öğrenmek mümkünse ve bu herkes için geçerliyse dövüşen iki kişiden ancak daha kabiliyetli olan yani bu alanın sanatçısı galip çıkacaktır. Herkes yemek yapma bilgisine sahipken en iyi aşçı en kabiliyetli olan olacaktır. Çünkü sanatçı bildiklerini yaratıcılığı ile birleştirerek sürekli yeni bilgiler üretir. Böylece diğerlerinden kendisini farklılaştırır.
Matrix'te fikirleri gerçekleştirmek de çok daha kolay olabilir. Matrix'te hiçbir şeyin maddi bir değeri olmadığı için parasal bir anlamı da yoktur. Dolayısıyla değer yaratan herşey her an kurulabilir ve işletilebilir. Tek ayırtedici olan fikirdir. Her fikir anında gerçekleşir ve bir talebe karşılık veriyorsa yaşar. Fikri ilk bulan karşılığını alır. Oysa günümüzde hala fikri bulan değil engeller karşısında yılmayıp ondan ısrar eden kişi kazanmaktadır. Facebook'tan önce belki de aynı konseptte bir site kurulmuştu ama yeterli tanıtım yapılamadığı için hayatını sürdürememiş olabilir. Oysa Matrix'te facebook fikri aklına ilk gelen kişi bunu gerçekleştirecek ve karşılığını alacaktır.
Her fikrin her an gerçekleşebildiği bir ortamda tabi ki gelişme çok hızlı olacaktır. Bu dönemden sonra yeni bir devrim olmayacaktır; çünkü bu sürekli bir devrim halidir. Çünkü bu dönemde insanoğlu sürekli bir yenilik peşindedir. Burada herkes ya yenilikçi ya da sanatçıdır. Ekonomideki bütün emek yaratıcılığa yönelmiştir.
Matrix bir son devrim önerisi olarak belki de hiç gerçekleşmeyecektir. Ama yazılanlardan yola çıkarak bugün yapılması gerekenlerden bahsedebiliriz. Sanatçıların artması için ekonomik gelişmenin hızlanması ve monoton işlerin yok olmasını beklemekten başka bir çare ufukta görünmüyor. Ama değer yaratacak fikirleri olan "yenilikçiler" bugün tespit edilebildiği takdirde gelişim hızlandırılabilir.
Bugün devletlerin, bankaların ve şirketlerin odaklanması gereken birinci konu fikri ölçme meselesidir. Bir proje teklifinin tamamlanması halinde getireceği değer önceden doğru bir şekilde ölçülebilse ekonomideki kaynaklar doğru girişimcilere yönlendirilir ve böylece en az girdiden en fazla çıktı ortaya çıkarılabilir. Bu aynı sermaye ile daha fazla istihdam ve daha fazla yatırım anlamına gelir.
Günümüzde devletler fikrin öneminin farkına varmıştır; ama nedense fikri ölçmenin önemi henüz yeterince anlaşılamadı. Birçok proje destekleme programı doğru girişimciyi kırtasiyeye boğmaktadır. Proje sahibi bir AB fonundan yararlanmak için sayfalarca doküman doldurmalıdır. Hatta çoğu zaman bu dokümanların doldurulması için özel bilgi gerektiği için danışmanlık şirketlerine ücret ödenmektedir. Proje destekleyen kuruluşlar hem bilgi hem de para engeli koyarak adeta önlerine proje gelmesin diye çalışmaktadırlar. Diğer yandan birçok program alanını öylesine sınırlıyor ki çoğu zaman iyi bir fikir sırf programın alanı içinde yer almadığı için elenir. Günümüzde proje destekleme programları fikri destekleyecek esnek yapıdan çok uzaktır.
Proje destekleme fonlarının yapması gereken değer yaratacak fikri bulmak olduğuna göre tek yapılması gereken fikri en basit bir şekilde insanlardan talep etmektir. Aklına bir fikir gelen herkes istediği formatta istediği uzunlukta bunu mail olarak gönderse belki yüzbinlerce fikrin içinden en parlak olanı seçilebilir. Tabi bu aşamada çok iyi bir seçme ve değerlendirme sistemine de ihtiyaç olacaktır. Ancak henüz proje destekleme programları bu seviyeye bile gelmiş görünmüyor.
Değer yaratacak fikir bulmak düşünüldüğü kadar da kolay değildir. Şimdiye kadar çoğu insan monoton işlerle uğraştığı ve yaratıcılığını kullanmadığı için bu yönü zayıflamıştır. Bu nedenle gelecek binlerce, onbinlerce fikir başlarda yeni bile olmayabilir. Ancak proje destekleme programları zaman içinde fikre odaklandıklarında insanlar da kırtasiyeciliği bir kenara bırakıp düşünmeye başlayacaktır. "Alertness" kavramı altında da belirtildiği üzere girişimci herkesin gördüklerinden fırsatları yakalayan kişidir. Proje programlar insanları fikir bulmaya yönlendirdiği takdirde proje sahipleri artık yeni ihtiyaçları farkeden girişimciler haline gelebilirler.
Doğru girişimcinin tespit edilmesi için bankalar çok önemli bir role sahiptir. Bugün banka kredi verirken borçlunun aldığı parayla iyi bir yatırım yapıp yapmayacağına çoğunlukla bakmaz. Bugün borç iyi bir fikri olana değil mali yapısı sağlam olana verilmektedir. Bankalar bir kere kredi verdikten sonra bir daha vade dolana kadar borçluyu aramazlar. Oysa yapılması gereken öncelikle iyi fikri tespit etmek sonra daha onun gerçekleşmesi önündeki engelleri kaldırmaktır. Bu engellerden para borcun verilmesi ile kalkarken, bilgi ve network engeli de yine bankanın desteği ile ortadan kalkabilir. Çoğu zaman iyi bir fikir uygulanabilmesi için yönetim, finans, muhasebe, yazılım gibi birçok uzmanlık alanında bilgi sahibi olmak gerekirken girişimci yola genellikte tek başına çıkar. İşte böyle bir durumda banka kendi personeliyle girişimciyi desteklemelidir.
Özetle proje destekleme programlarının ve bankaların girişimciyi desteklerken üç noktaya dikkat etmesi gerekir: 1) Fikrin önündeki bütün bürokratik engellerin kaldırılması, 2) iyi bir ölçüm sistemi geliştirerek değer yaratacak fikrin tespiti, 3) fikrini gerçekleştiriken girişimcinin karşısına çıkan engellerin kaldırılması. Bu üç aşamaya odaklanan proje destekleme programları geliştirildiğinde kaynaklar en verimli şekilde kullanılabilir.

Kaynakça
Boettke, P. J. (2000, December). Entry and entrepreneurship: The case of post-communist Russia. Paper prepared for a special issue of Journal des Economistes et des Etudes Humaines (2001).
Buera, F. & Kaboski, J.P. (2009). The rise of the service economy. National Bureau of Economic Research (NBER). Working Paper No. W14822 .
Chodos, H. (2007). Marxism and socialism. In D. Glaser, & D. M. Walker (Ed.), Twentieth-century Marxism: A global introduction (pp. 177-246). London and New York: Routledge.
Cornwall, J. (1977). Modern Capitalism: its Growth and Transformation. Cambridge: Cambridge University Press. Retrieved January 10, 2011 from http://www.google.com/books?hl=tr&lr=&id=5qWBooUGt0QC&oi=fnd&pg=PR6&dq=Cornwall,+J.+%281977%29+Modern+Capitalism:+its+Growth+and+Transformation&ots=KUB3Spps2X&sig=fKc-JyWVKpTTdese0bEfTM203Dc#v=onepage&q=Cornwall%2C%20J.%20%281977%29%20Modern%20Capitalism%3A%20its%20Growth%20and%20Transformation&f=false
De Long, J. B. (1998). Estimates of World GDP, One Million B.C. – Present. Retrieved January 3, 2011 from http://delong.typepad.com/print/20061012_LRWGDP.pdf
Demsetz, H. (1992). From economic man to economic system: Essays on human behavior and the institutions of capitalism. Cambridge: Cambridge University Press.
Deng, G. (1999). Premodern Chinese economy : Structural equilibrium and capitalist sterility. London: Routledge. Retrieved September 4, 2010 from http://site.ebrary.com/lib/tcmb/Doc?id=10054838&ppg=64
Karpat, K. H. (2002). Studies on Ottoman Social and Political History : Selected Articles and Essays. Leiden, NLD: Brill, N.H.E.J., N.V. Koninklijke, Boekhandel en Drukkerij. Retrieved September 4, 2010 from http://site.ebrary.com/lib/tcmb/Doc?id=10090604&ppg=27
Maddison, A. (2001). The world economy : historical statistics. OECD. Retrieved January 3, 2011 from http://fesrvsd.fe.unl.pt/unlfe/monografias/2009/2009-0053.pdf
Marx, K. (1993). Wage, labour and capital. Retrieved August 25, 2010 from http://www.marxists.org/archive/marx/works/1847/wage-labour/index.htm
Mises, L. (2008). Profit and loss. Auburn, Alabama: Ludwig von Mises Institute.
Porter, M.E. (2004) Competitive Advantage: Creating and Sustaining Superior Performance (Revised edition). The Free Press.
Kim, W. C., & Mauborgne, R. (2005). Blue ocean strategy: How to create uncontested market space and make the competition irrelevant. Boston, Massachusettsh: Harvard Business School Publishing Corporation.
Schumpeter, J. A. (1939). Business cycles: A theoretical, historical and statistical analysis of the capitalist process. New York, Toronto, London : McGraw-Hill Book Company.
Smith, A. (1998). An inquiry into the nature and causes of the wealth of nations. London: The Electric Book Company Ltd.
Von Böhm-Bawerk, E. (1949). Karl Marx and the close of his system. In P. M. Sweezy (Ed.), Karl Marx and the close of his system by Eugen von Böhm-Bawerk & Böhm Bawerk's criticism of Marx by Rudolf Hilferding (pp. 1-118). New York: Augustus M. Kelley.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder